Kapatmak için ESC tuşuna basın.

Sezgisel Akıl: Unutulmuş Hediye, Onurlandırılmış Köle

İnsan zihni bir laboratuvardır. İçinde bir simyacı ve bir muhasebeci yaşar. Simyacı, yani sezgisel akıl, bilinmeyenin karanlığında ilerler, elementleri dönüştürür, yeni keşifler yapar. Muhasebeci ise, yani rasyonel akıl, kaydeder, düzenler, hesap yapar. Ama biz bu dünyada simyacıyı unuttuk ve muhasebeciyi tahta oturttuk.

Sezgisel akıl kutsal bir hediyedir, dedi Einstein. Ama biz ne yaptık? Onu susturduk. Okullarda, iş dünyasında, hatta günlük hayatımızda, rasyonaliteyi bir diktatör ilan ettik. Duygularımızı, yaratıcı kıvılcımlarımızı önemsemedik. Bir çocuğun oyun oynarken gösterdiği sezgisel keşif, bir sanatçının ilham anındaki coşku, bir bilim insanının aniden kavradığı gerçeği – bunları yok saydık. Çünkü bunlar sayılamaz, ölçülemezdi. Oysa insan dediğimiz varlık, yalnızca hesap yapan bir makine değildir. O, hisseden, arzulayan, anlam arayan bir varlıktır.

Tarihin büyük devrimleri rasyonel aklın sonucu değildir. Newton, elma düşerken formülleriyle oturmuyordu. O, sezgisel bir içgörüyle yerçekimini kavradı. Tesla, defter başında hesap yaparak değil, zihnindeki görüntüleri takip ederek icatlar yaptı. Nietzsche, “İnsan bir iptir, uçurumun üzerinde gerilmiş” derken, insan aklının bu ip üzerinde nasıl yürüdüğünü anlatıyordu. Coelho ise bize hatırlatıyor: “Bir şeyi gerçekten istersen, bütün evren onu gerçekleştirmen için iş birliği yapar.” Çünkü sezgi, insanın içsel pusulasıdır. O pusulayı kaybeden, nereye gittiğini bilmeyen bir gemi gibi savrulur.

Sezgi her zaman mantığın sınırlarının dışına doğru yol almalıdır. Mantık yalnızca bildiğimiz sınırlar içinde çalışır. Oysa keşif, henüz bilmediğimiz alanlarda gerçekleşir. Mantık bize ne yapabileceğimizi söyler, sezgi ise ne yapmalıyız diye fısıldar. Rasyonel akıl, var olan haritayı okur; sezgisel akıl, haritada olmayan yerleri keşfetmeye çıkar.

Bir yolculuğa çıktığını düşün. Haritan yok, pusulan yok ama içinde bir his var. Seni çağıran bir şey. Mantığın “Dur, hazırlıklı değilsin” dediği yerde, kalbin “Git” diye fısıldıyor. İşte hayat böyle bir yolculuk. Sezgilerini dinleyenler altını bulur, sadece hesap yapanlar ise taşları sayar. Santiago, çölde yürürken yıldızları okudu, rüzgarla konuştu ve yüreğinin peşinden gitti. Ve sonunda, hazineyi hiç beklemediği bir yerde buldu: başladığı noktada, kendi içinde.

Yaşlılık, bilgelik olabilecekken, katılaşmış fikirlerin ve çürümüş umutların deposu haline gelir. Oysa gerçek bilgelik, yaşın ilerlemesiyle mantığı geliştirirken, sezginin gençliğini koruyabilmektir.

Eğer yalnızca rasyonaliteyle düşünürsek, cevaplar buluruz ama sorular kaybolur. Sayılarla hareket edersek, hesap yaparız ama anlam yaratamayız. Dünya, yalnızca rasyonel aklın yönettiği bir fabrika olsaydı, gökyüzüne bakıp yıldızları izlemek yerine, yalnızca GPS hesaplamaları yapardık. Ama biz yıldızlara bakarken içimizde bir şey hissediyoruz, değil mi? O his, işte sezgisel aklın sesi. Coelho’nun “Simyacı”sındaki Santiago gibi, biz de içimizdeki sesi takip ettiğimizde, gerçek altını – yani kendi yolumuzu – buluruz.

Bugün, sezgisel aklı geri çağırmanın zamanı. Mantık gerekli ama yeterli değil. Hesaplama önemli ama yaratım daha değerli. Eğer yalnızca bildiklerimizle düşünürsek, daima geçmişin sınırlarında yaşarız. Ama sezgilerimizi dinlersek, bilinmeyene adım atabiliriz. Unutulmuş hediyeyi hatırlama vakti geldi.

Çünkü en büyük devrimler, sezginin rehberliğinde başlar. Ve belki de en önemli devrim, kendi içimizde başlattığımızdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir